ŞEHLÂ KIZ_GARİBİ SEVİNDİREN
ÂDİL HÜKÜMDAR BAHTİYAR OLUR !
ÖNSÖZ:
BİZİM
DE
SULTANIMIZDAN DİLEĞİMİZ:
Esselamü Aleyküm Duyarlı Salih ve
Adaletli Yöneticiler!
Acil veya kırmızı alarm önemi ile
gönderdiğimiz mesajlara değer
verir, Allah rızası için zalimlere ve münafıklara sevk etmeden gereğini
yaparsanız, Yüce Mevla’nın yardımı, O’nun meleklerinin duası, evliya ve
sâdâtı
kiramın ruhları ve hâdimlerin muhafızlığı sizinle olur ! Allah-ü Teala,
isterse
bir şeye hemen “Ol !” dediğinde, o şey hemen olur! Ama bazı işleri
imtihan
gereği âdil hükümdarlara bırakmış ve bazı şeyleri vesile kılmıştır !
Görevini
adaletle yapan her kişiye lanet bulutu uğramayacak, alay edip zulme
devam
edenler kahrolacak !
Efendim, Türkiye de dahil insanların % 97’ si
inkarcı veya
münafık !
Durum
sanıldığından daha kötü ve tehlikeli ! Münafıklık hastalığının ve
politika
virüsünün ana etkisi her türlü pisliği yapan insanların kendilerini iyi
ve
ıslah ediciler olarak görmesidir !!!
Görelim Mevlam neyler, neylerse güzel eyler!
16 Nisan 2010 Cuma
Bunu yazan Şehrazad
,Turkey
* *
* * * *
*
Bir
varmış, bir yokmuş… Zamanın birinde,
ülkelerin bir yerinde bir çiftçi ile, şehlâ gözlü kız yaşarmış…
Başkalarına
benzemeyiz biz. Her atı sürmeyiz sonu belirsiz koşuya; yüreğimiz
hassastır,
şehlâ deriz şaşıya…
Her
neyse… Kız şehlâymış mehlâymış ama,
akıl küpüymüş… Leb demeden leblebiyi, üf demeden muhallebiyi anlarmış…
Eh,
varsın gözleri de azıcık şaşı olsun… Çevremizde düz bakıp da ters gören
bunca
insan varken… Önemli olan bakmak değil, görmektir.
Günlerden bir
gün, o ülkenin padişahı
tebdil-i kıyafet etmiş, dolaşıyormuş… Yanında da veziri varmış… İkisi de
kıyafet değiştirdikleri için, kimseler onları tanımıyormuş… Onlar da,
rahat
rahat halkın arasında dolaşıyor, ülkenin meselelerinin halk tarafından
nasıl
görüldüğünü öğrenmeye çalışıyorlarmış…
Gele
gele, sözünü ettiğimiz çiftçinin
kulübesinin önüne gelmişler. Padişah vezire bakmış: “Acaba bu kulübede
oturan
birileri var mıdır vezir? İçeriden pek ses sâda gelmiyor da… İstersen
kapıyı
şöyle bir tıklatıver…” demiş.
Vezir,
elindeki sopayla kapıyı şöylece
bir tıklatmış… Az sonra, kulübenin kapısı, yaylım dönüşü köye giren bir
inek
gibi böğürerek açılmış… Kapının önünde küçük bir kız görünmüş… Ben
diyeyim
Ayfer kadar, siz deyin Ayşegül kadar… On-on iki yaşlarında sevimli bir
kız…
Şehlâ gözlerini
kırpıştırarak bu iki
adamı süzmüş, süzmüş… Sonra da, hürmetle: “Buyurun efendim” demiş. ”Kimi
aradınız?..”
Vezir
padişaha bakmış, padişah vezire…
Padişah, kızın gözlerine bakarak konuşmuş: “Kaç yaşındasın sen kızım?..”
Kız,
padişahı aşağıdan yukarıya şöyle
bir süzmüş: “Aşımı vermiyorsun, yaşımı soruyorsun padişahım…” demiş.
Vezir
de, padişah da donakalmışlar…
Padişah: “Kızım” demiş. ”Padişah olduğumu nerden anladın?..”
Kızın,
önce şehlâ gözlerinin içi, sonra
yüzü gülmüş: “Bunu bilmeyecek ne var padişahım” demiş. ”Kıyafetini
değiştirmişsin ama, zerâfetini değiştirmemişsin… Fesini değiştirmişsin
ama,
sesini değiştirmemişsin… Bakışın demir gibi, sözlerin emir gibi…”
Padişah
hayret etmiş… Kızın gözlerine
bakmış, bu gözlerin derinliğinde engin bir zekânın pırıltılarını
yakalamış. Çok
hoşuna gitmiş bu sohbet ve sözü sürdürmek istemiş… Aralarında tatlı bir
sohbet
başlamış ama, vezir bu söylenenlerden hiçbir şey anlayamamış…
Padişah: “Kızım”
demiş. ”Kulübeniz çok
güzel ama, bacanızda duman yok…”
Kız
hiç düşünmeden cevap vermiş:
“Haklısınız padişahım. Ocağı yakan, üç yıl önce bizi yakarak gitti.”
Padişah
başını öne eğmiş. Sonra yine
sormuş: “Pencereleriniz de biraz çarpık gibi geliyor bana…”
Kız
hemen cevabı yapıştırmış: “Öyledir
padişahım. Lâkin ışığı doğru alırlar…”
“Baban
nerede evladım?..”
Kız,
eliyle uzakları işaret ederek: “Azı
çok etmeye gitti padişahım” demiş.
Padişah,
keyfinden mest oluyormuş.Vezire
bakmış. Vezir, misket yutmuş kaz gibi pel-pel bakmış… Devam etmiş
padişah:
“Dört ayak mı gezer bu kulübede?..”
”Altı
ayak” demiş kız.
“Peki…
Öbür baş sana mı babana mı daha
yakın?..”
“Babamın
bana yakınlığı kadar babama
yakın. Ama babam, ona baba demez padişahım…”
Padişah keyiften
kahkahalar atıyormuş.
Devam etmiş sorularına: “Evde mi o?..”
Kız
eliyle bir başka yönü göstererek:
“Biri iki etmeye gitti padişahım” demiş.
Padişah
vezirine bakarak gülmüş. Sonra
kıza dönmüş: “Kızım” demiş. ”Senden bir isteğim var. Kaz göndersem yolar
mısın?”
Kız
ellerini ovuşturmuş: “Emredersiniz
padişahım” diye gülmüş. ”Hem de en ince tüylerine kadar… Yeter ki siz
gönderin…”
Padişah
elini kızın omzuna koymuş: “Berhudar
olasın evlâdım” demiş. ”Seninle yakında tekrar görüşeceğiz inşallah…
Şimdilik
allahaısmarladık…” deyip gitmiş…
Padişahla
vezir, yürüye yürüye saraya gelmişler… Kıyafetlerini çıkarıp, herkes
esas
kıyafetini giymiş. Padişah tahtına, vezir de ne çıkarsa bahtına hesabı,
huzurda
yer bulup oturmuş…
Padişahı
almış bir düşünce… Bir kızı
düşünmüş, bir vezirine bakmış… İçinden ”Yahu… Bir kız çocuğu kadar aklı
olmayan
bu vezirle ben koskoca ülke meselelerini nasıl görüşür, tartışırım?”
diye
geçirmiş… Enikonu üzülmüş, biraz da öfkelenmiş… Vezirine de demiş ki:
“Bak
vezir… Küçük kıza sorduklarımı
dinledin. Ama bir şey anladığını sanmıyorum… Yarın bu vakte kadar, bu
soruların
cevabını bildinse mesele yok. Yoksa halin perişandır… Cellâda teslim
ederim,
bilesin…”
Vezir izin
istemiş kalkmış. Evine gitmiş,
düşünmüş taşınmış… Nerde?.. Sonunda karısı bir akıl vermiş. “Git kıza
biraz
para ver, cevaplarını öğren…”
Vezirin
aklına yatmış. Hemen kıyafet
değişip kimseye görünmemeye çalışarak kızın kulübesine koşmuş. Çalmış
kapıyı
kız çıkmış… Vezir, yana yakıla durumu anlatmış. Sonra da, bu soruların
cevabına
karşılık, ne isterse vereceğini söylemiş.
Kız
biri iki etmemiş. “İyi ya” demiş.
”Her sorunun karşılığında bir kese altın isterim. Buyurun sorun…”
Vezir
sormuş, kız cevabını vermiş ve bir
kese altın almış…
“Kulübeniz
çok güzel, ama bacasında
duman yok, dedi padişah. Ben de ona, üç yıl önce anamın öldüğünü
anlatmak için;
ocağı yakan, üç yıl önce bizi yakarak gitti, dedim…”
Bir
kese altın daha altın alarak, diğer
sorunun cevabına geçmiş kız: “Padişah, bana pencereleriniz biraz çarpık
diyerek, gözlerimin şaşı olduğunu imâ etti. Ben de ona; öyledir ama,
ışığı
doğru alır diyerek, gerçekleri doğru gördüğümü söyledim…”
Keseler
birer birer kızın önüne
yığılırken, cevaplar da vezir tarafından not ediliyormuş…
Kız devam etmiş:
“Padişah bana babamın
nerede olduğunu sordu. Ben de, azı çok etmeye gitti diyerek, babamın
ekin
ekmeye gittiğini söyledim…”
Her
soru ve cevapta vezirin ağzı
hayretten biraz daha açılıyormuş.
Kız
devam etmiş: “Padişah, bu kulübede
dört ayak mı gezer diye sorunca, ben de altı ayak diyerek, babamdan
başka bir
kişinin daha olduğunu anlattım. Padişah, peki diğer baş sana mı, babana
mı daha
yakın diye sordu. Ben de, babamın bana yakınlığı kadar babama yakın. Ama
babam
ona baba demez diyerek, ninem olduğunu anlatmaya çalıştım…”
Tabii,
altın keseleri birer birer
yığılıyormuş. Kız devam etmiş: “Padişah, bu defa ninemi sordu. Ben de
ona, biri
iki etmeye gitti diyerek, ninemin bir doğum yaptırmak üzere gittiğini,
yani
ebelik yapmaya gittiğini anlattım…”
Vezir
bir yandan altın keselerini
vermeye, bir yandan da unutmamak için acele acele not etmeye
çalışıyormuş…
Kız
devam etmiş: “Padişah, benden bir
ricada bulundu, ben de kabul ettim. Bana dedi ki, kaz göndersem yolar
mısın?
Ben de, memnuniyetle yolarım. Hem de en ince tüylerine kadar, dedim.
İsterseniz, bunun cevabında pek ısrar etmeyin…”
Vezir,
bir kese altın daha kaldığını ve
bu sorunun cevabındaki anlamı da öğrenmek istediğini söyleyince, kız
gülümseyerek:
“Peki
efendim” demiş. “Mâdem çok ısrar
ediyorsunuz. O halde anlamını söyleyeyim. Kaz sizsiniz efendim. Padişah
sizi
yolmam için bana gönderdi. Bende yoldum. Son kese altınınıza kadar. Yani
en
ince tüylerinize kadar… Şimdi gidebilirsiniz. Padişaha da benden selam
ve
hürmetlerimi iletin… Güle güle…”